16 Temmuz
Yine sabah erkenden uyandım(7.05)Bugünlerde uyku sorunum var.Gece uyuyamıyorum, saat biri ,ikiyi buluyor uyumam; bazen üçü. Çok da şikâyetçi değilim.Kitaplara , yazıya veriyorum kendimi. Kuşların cıvıltısı, sabahın esintisinde balkonda yazıyorum bu yazıyı ve sigaramın, Sezen'in eşliğinde... Bugünlere ileride baktığımda Yaşar, Sezen albümleri, uç uca eklediğim sigaralar, kitaplarım ve bir türlü tamamlayamadığım "Günlükleri Okurken" adını vermeyi düşündüğüm yazı gelecek aklıma. Ben bir yazıyı önce küçük notlar hâlinde kafamda yazıyorum, sonra toparlıyorum belki dağınık ;ama böyle işte.
Cemal Süreya, "Günler" yarıyı geçti; İlhan Berk "El Yazılarına Vuruyor Güneş"le uyandım bu sabah.Kalkınca nedense bu kitaba başlamak istedim.İlk on sayfayı soluksuz okudum. Okurken Cemal Süreya'yı hissettim bir an. İkisi de şiirin önce bir dize, bir dil, bir ses işi olduğunu belirtmiş.( Yazının bir bölümü çıktı işte) Edebiyat öğretmenliğimden utandım nedense.Şiir hakkında ne çok, ne güzel şeyler söylemişler. Sonra dedim, sen de en azından bunları okuyorsun, üzme kendini onlar büyük şair, kuramcı, böyle avuttum kendimi. Çok da haksızlık etmeyeyim, benim de şiir görüşlerim var tabii ki.Ne ki ben onları kendine saklayan, kimi zaman derslerde anlatan bir öğretmenim.Onlar , çok kafa yormuşlar bu işe. Hoş sanki Cemal Süreya her zamanki gibi muzipliğiyle göz kırpıyor ,"Serkan Hoca çok da caf caflı sözleri sevmem ,bilirsin." diyor.(Neyse gerisi Mavi Yeşil'e yazacağım yazıya kalsın.)
Sezen de kıpır kıpır," üfle de söneyim",diyor. İlahi Sezen, ne çok özlemişim seni dinlemeyi.Ben kendime bunu nasıl yaptım! 90'larda evimizde Sezen Aksu'nun bütün albümleri vardı.Kimini ben , kimini birader almıştı. Sonra hep kendini tekrara başladığını düşündüm.2000'lerde bir bıraktım Sezen dinlemeyi bırakış o bırakış.Oysa gençliğimde "Sezuş aşkım" derdim.O kadar severdim.Neyse bu yaz bolca telafi edeceğim.İşte öğretmenliğin güzel yanlarından biri: Tatil ; bolca kendinlesin, yat, kalk, oku, yaz, dinle, dinlen. Çocuklarımı , gençlerimi, de özledim bu arada.Özlemek güzeldir, diyen bir şâir vardı herhâlde , yoksa da ben söyledim.Bundan bir şiir çıkar belki.
Dün gezdim de Buldan Yayla Gölü'ne gittik üç aile. Güzel bir piknikti. Haftaya hanım bir hafta izinli , bakalım yol bizi nereye götürecek. O zaman görüşürüz.Beni takip etmeye devam edin. (Hasan Oruç kulakların çınlasın.)
15 Temmuz 2017 Cumartesi
22 Mayıs 2017 Pazartesi
ŞİİRLER ve NOTLAR-III
GÜNEY
-Güneyli
arkadaşlarıma. En çok da ikizim Gökhan Eldemir ve Ali Erden’e-
Çocukluk tatillerimin,
Kitaplarımın başkenti;
Yokuş aşağı, düzlüğü az
Tütün diyarı
Garip memleketim.
Ne oyunlar oynadık kavruk yaz sıcağında.
Dededen kalma oyunları anladık da
Teksas’ı, Tommiks’i sana getirdik be!
Ya hastane çöplüğünü kim karıştırmış,
Kim içmiş on bir, on iki yaşında
Öksüre öksüre ilk
sigarayı macera olsun diye !
Mezarlıktaki antepfıstıklarını vallahi birinin zoruyla
yedik!
Nasıl korktum!
Ah çocukluk!
Güzel çocukluk, can çocukluk…
Şimdi anladım ki: Memleketim, sen benim çocukluğumsun
Vazgeçilmez sevdamsın.
Bilirim dışarıdan gelen sende şelaleden başka bir şey
bulamaz.
Hani “Vizontele”de der ya:
“İnsan memleketini niye sever?
Başka çaresi yoktur da ondan.”
Güney,
Sen hep şelalen gibi çağla
Güzel memleketim.
Ve bir gün fani dünyadan ayrılırken
Kabul et beni varlığımın sebebi gül toprağına…
Mayıs-2017/Alaşehir
* Şehir şiirlerimi düzenlerken Güney'im geldi aklıma. "Neden bir şiir de Güney'e yazmadım?" dedim ve bir anda bu şiir çıktı."Güney" dedim çocukluk hatıralarım çıktı kalemimden. Ve bu şiir içindeki çocuğu hiç unutmayan herkesedir...
2 Mart 2017 Perşembe
ŞİİRLER ve NOTLAR-2
HER ÖLÜM ZORDUR
"Her ölüm zordur"
Ve her ölümde
Ölenden ve ölümden bir şey kalır içimizde
Tarifsiz...
Sonra araya zaman girer,
"Unutuşun o tunç kapısını zorlar" *
Ve bir gün,
Bir an gelir
Hatırlatır bize
Bazen bir şarkı,
Bazen bir şiir,
Bazen bir film,
Bazen bir sokak lambası,
Bazen....
*Ahmet Muhip Dranas'ın " Olvido" şiirinden bir mısra.
"Her ölüm zordur." Evet, her ölüm zor, yakıcı, üzücü...
Birini kaybettiğimizde anılar hücum eder içimize. Bir daha sevdiğimiz kişiyi görememek düşüncesi içimizi kavurur, yakar. Bu şiiri yazdığımda çok sevdiğim Zeynep teyzemi kaybetmiştim. Onun, Nurgül ablamın, dedemin bütün kaybettiklerimin anısına yazdım. Dün de sevgili teyzem Nurten Zararsız'ı kaybettik.Allah mekânlarını cennet etsin.
Ölenden ve ölümden bir şey kalır içimizde
Tarifsiz...
Sonra araya zaman girer,
"Unutuşun o tunç kapısını zorlar" *
Ve bir gün,
Bir an gelir
Hatırlatır bize
Bazen bir şarkı,
Bazen bir şiir,
Bazen bir film,
Bazen bir sokak lambası,
Bazen....
*Ahmet Muhip Dranas'ın " Olvido" şiirinden bir mısra.
"Her ölüm zordur." Evet, her ölüm zor, yakıcı, üzücü...
Birini kaybettiğimizde anılar hücum eder içimize. Bir daha sevdiğimiz kişiyi görememek düşüncesi içimizi kavurur, yakar. Bu şiiri yazdığımda çok sevdiğim Zeynep teyzemi kaybetmiştim. Onun, Nurgül ablamın, dedemin bütün kaybettiklerimin anısına yazdım. Dün de sevgili teyzem Nurten Zararsız'ı kaybettik.Allah mekânlarını cennet etsin.
28 Şubat 2017 Salı
ŞİİRLER VE NOTLAR
AŞKIN FİLDİŞİ KULELERİNDE
Aşkın fildişi kulelerinde
Dolaştım, şehrin sokaklarında
Aradım, gözlerine meftun olduğum kara gözlüyü.
Aşkımın fildişi kulelerinde,
Gecenin kör karanlığında ,
Haşim'e inat
Bekledim, benim olmayan
Ve bana gelmeyen kara gözlüyü.
TONYA/96-97
* Tonya'da pazarda bir kız görmüştüm. Türkan Şoray gibi kapkara gözleri vardı; daha sonra bir iki defa daha gördüm. Ama hiç tanışmadım. Kendimce Attila İlhan'ın bir şiirinde böyle bir aşkı anlattığı geldi aklıma ve bu şiir üstadın etkisiyle yazılmıştır.
Peki neden fildişi kuleler? Tahmin edeceğiniz gibi ulaşılmaz aşkın güzelliğini ya da tersten söylersek aşkın ulaşılmazlığını, emek istediğini anlatmak istedim. Neden Haşim'e inat olduğunu da siz düşünün :)
21 Şubat 2017 Salı
YAŞ OTUZ DOKUZ: HAYATIMA BİR BAKIŞ
Otuz dokuz da olduk... Dün gece hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden.Nedense doğum günlerimde çocuksu bir hâl kaplıyor içimi. Yaşadığım, yaşayamadığım şeyler geliyor gözümün önüne.
Macera, Yatağan'da başladı.Evet, İzmir doğumluyum;ama üç ile on yaşlarım arasında sevgili Yatağan'ımdaydım. Hayatta ilk hatırladığım şey de bahçeli, küçük bir ev ve şimdi ismini hatırlayamadığım o şirin mahallede arkadaşlarımla koşmalarımız. Bulanık bir resim gibi gözümün önümde.Sanırım üç- dört yaşındaydım.Bir de Gökhan'ın "bak acımayacak" deyip bahçedeki cam kırıklarına basması ve ayağının kanaması. Hâla o dikiş izleri vardır biraderde.
Yatağan, çocukluğumun başkentidir. Lojman günlerimiz bir çocuğun düşlediği her şeyi bulabileceği güzel günlerdi. Bitmek bilmeyen maçlar, bir türlü süremediğim bisikletim, Emin abim, mahalle maçlarımız, böğürtlenli yolda üstümüzü batıra batıra yürümelerimiz, oradan, mezarlığın kenarından kestirmeden ürke ürke çarşıya gitmelerimiz ve deniz...Bodrum, Marmaris gezmelerimiz. Bir çocuk daha ne ister ki?
Sonra Tunceli...Memur çocuğu olmanın sonu:Tayin...Tam bir yere alışırsın, haydi babanın tayini çıkar.Tunceli, seksen üçte on yaşında vardık sana.Önceleri hiç alışamadım.(Nedense Giresun'da da böyle oldu). Orada da bir çocuğun arayacağı her şey vardı. Lojmandan Munzur'a giden bir iki kilometrelik vadide bütün börtü böceği, hayvanları öğrendik herhalde. Munzur'da, Dinar'da az mı yüzdük? Biz çocuktuk, hayatın tadını çıkarıyorduk ve o zamanlar terör yoktu. Harika bir tabiatı vardı Tunceli'nin. Munzur, Gözeler, Ana Fatma...Ve tabii ki içimde okuma aşkını başlatan Türk ve dünya klasikleri serisini, babamın bir yaz tatilinde getirişi ve o kitapları bir solukta bitirişim. Maceradan maceraya atılışım.
Yaz tatillerinde (gelebildiğimiz) memleketim Güney'im. Küçük, taşlı, çukur; ama çocukluk romanlarımın baş mekanı Güney'im. Güney'i oradan oraya altını üstüne getirdiğimiz Ali, Gökhan, Süleyman, Osman, Yalçın, Hüseyin... Yaz sıcağının kavrukluğunda yapmadığımız muziplik kalmadı.Hastane çöplüğünden enjektör mü almadık(!), ilk sigaralarımızı mı içmedik (birader içmemişti sanki), camide az mı koşturduk...
Seksen altıda hayatımın şehri, ilk gençliğimin başkenti sevgili Giresun'um.Giresun... Ah Giresun...Seni ömrüm oldukça hatırlayacağım. Karadeniz'in en güzeli, fındığın kalbi ( Ordu değil!), yeşille mavinin mükemmel uyumu, kalesi dünyanın en güzel manzarası, sevgili,çok sevgili okulum, mezunu olmakla gurur duyduğum Giresun Atatürk Lisesi...Sevgili arkadaşlarım Eyüp Giray Gökçin, Gökhan Gürbüzerol, Ümit Yılmaz, Alper, Hakan Ekiz, Mehmet Ceylan,Tan,Muhammet İbrahim Ethem Nil,Serdar Nil....
Ve üniversite... Konya canım Konya ...Seni unutmak mümkün mü ? Önceleri sana
da alışamadım.Çocuk gibi bir üniversiteliydim. Çaktırmamaya çalışıyordum; ama ilk defa evden ayrılan yaşı on yedi, görünüşü on dört, on beş bir çocuk.Lakabım da hazırdı: "Ufaklık". Canım arkadaşlarım Süleyman,Ebuzer,Tamer,Gökhan,Hakan,Nazif,Özlemler... Ve çocukluk hayalim tiyatro:Önce Konya Gençlik Tiyatrosu; sonra Yurtkur Tiyatrosu.Sahne hayalimin gerçek olmasını sağlayan sevgili Sezer (Sezgin) nasıl unutulur ki? Ya Mevlana! Her sıkıldığımda, darlandığımda eşiğine geldiğim Mevlana; Selimiye Camii, İnce Minare, Alaattin Tepesi, Meram saymakla biter mi ki ?
Okulun bitişi ve ilk tayin yerim:Trabzon/Tonya ve öğretmenlik maceramın başlayışı. Küçüklerim, canlarım...Karadeniz'in eşsiz doğası.Dostlarla yapılan uzun mahalle, köy gezileri. Oralarda gördüğümüz saygı. İlk öğretmenliğin doyumsuz tadı. Hepsi güzeldi.
Ve bozkırın çocuğu Yozgat/Çayıralan- Kayseri. 97/2002 arası Anadolu'nun ortasında geçti. Çayıralan Yozgat'a bağlıydı ;ama Kayseri'yle ilişkisi daha fazlaydı. Sivas Caddesi'nin dili olsa da anlatsa Nihat Hoca'mla dolaşmalarımızı.
Evlilik ve İzmir .Doğduğum yerlere döndüm. İzmir 'de dört yıl kaldım. Güzel günlerim de oldu; ama ben bir türlü tam ısınamadım. İzmir'in bana üç büyük katkısı oldu: Yaşar konserleri ,Ekrem Küççük dostum ve şiirlerim. Diyebilirim ki İzmir ,şiirlerimin başkenti oldu. En çok İzmir'de şiir yazdım. Evimde Körfez'e karşı, çay ve şarkılar eşliğinde ilham perisiyle çok baş başa kaldım.
Sonra memleket:Denizli. Denizli'de Sarayköy, Kale ve Tavas'ta çalıştım. Özellikle Zeybekler Anadolu Lisesi benim için çok özeldir. Çalışmaktan en keyif aldığım okul, canım Zeybekler.
Şimdi " eş durumundan" Manisa'dayım. Ve iki yıldır babayım.Canım kızım; sevgili eşim ve benim canımıza can kattı. Hayat macerası devam ediyor. "Görelim Mevla'm n'eyler/ N'eylerse güzel eyler."
Ağustos 2012
Otuz dokuz da olduk... Dün gece hayatım bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden.Nedense doğum günlerimde çocuksu bir hâl kaplıyor içimi. Yaşadığım, yaşayamadığım şeyler geliyor gözümün önüne.
Macera, Yatağan'da başladı.Evet, İzmir doğumluyum;ama üç ile on yaşlarım arasında sevgili Yatağan'ımdaydım. Hayatta ilk hatırladığım şey de bahçeli, küçük bir ev ve şimdi ismini hatırlayamadığım o şirin mahallede arkadaşlarımla koşmalarımız. Bulanık bir resim gibi gözümün önümde.Sanırım üç- dört yaşındaydım.Bir de Gökhan'ın "bak acımayacak" deyip bahçedeki cam kırıklarına basması ve ayağının kanaması. Hâla o dikiş izleri vardır biraderde.
Yatağan, çocukluğumun başkentidir. Lojman günlerimiz bir çocuğun düşlediği her şeyi bulabileceği güzel günlerdi. Bitmek bilmeyen maçlar, bir türlü süremediğim bisikletim, Emin abim, mahalle maçlarımız, böğürtlenli yolda üstümüzü batıra batıra yürümelerimiz, oradan, mezarlığın kenarından kestirmeden ürke ürke çarşıya gitmelerimiz ve deniz...Bodrum, Marmaris gezmelerimiz. Bir çocuk daha ne ister ki?
Sonra Tunceli...Memur çocuğu olmanın sonu:Tayin...Tam bir yere alışırsın, haydi babanın tayini çıkar.Tunceli, seksen üçte on yaşında vardık sana.Önceleri hiç alışamadım.(Nedense Giresun'da da böyle oldu). Orada da bir çocuğun arayacağı her şey vardı. Lojmandan Munzur'a giden bir iki kilometrelik vadide bütün börtü böceği, hayvanları öğrendik herhalde. Munzur'da, Dinar'da az mı yüzdük? Biz çocuktuk, hayatın tadını çıkarıyorduk ve o zamanlar terör yoktu. Harika bir tabiatı vardı Tunceli'nin. Munzur, Gözeler, Ana Fatma...Ve tabii ki içimde okuma aşkını başlatan Türk ve dünya klasikleri serisini, babamın bir yaz tatilinde getirişi ve o kitapları bir solukta bitirişim. Maceradan maceraya atılışım.
Yaz tatillerinde (gelebildiğimiz) memleketim Güney'im. Küçük, taşlı, çukur; ama çocukluk romanlarımın baş mekanı Güney'im. Güney'i oradan oraya altını üstüne getirdiğimiz Ali, Gökhan, Süleyman, Osman, Yalçın, Hüseyin... Yaz sıcağının kavrukluğunda yapmadığımız muziplik kalmadı.Hastane çöplüğünden enjektör mü almadık(!), ilk sigaralarımızı mı içmedik (birader içmemişti sanki), camide az mı koşturduk...
Seksen altıda hayatımın şehri, ilk gençliğimin başkenti sevgili Giresun'um.Giresun... Ah Giresun...Seni ömrüm oldukça hatırlayacağım. Karadeniz'in en güzeli, fındığın kalbi ( Ordu değil!), yeşille mavinin mükemmel uyumu, kalesi dünyanın en güzel manzarası, sevgili,çok sevgili okulum, mezunu olmakla gurur duyduğum Giresun Atatürk Lisesi...Sevgili arkadaşlarım Eyüp Giray Gökçin, Gökhan Gürbüzerol, Ümit Yılmaz, Alper, Hakan Ekiz, Mehmet Ceylan,Tan,Muhammet İbrahim Ethem Nil,Serdar Nil....
Ve üniversite... Konya canım Konya ...Seni unutmak mümkün mü ? Önceleri sana
da alışamadım.Çocuk gibi bir üniversiteliydim. Çaktırmamaya çalışıyordum; ama ilk defa evden ayrılan yaşı on yedi, görünüşü on dört, on beş bir çocuk.Lakabım da hazırdı: "Ufaklık". Canım arkadaşlarım Süleyman,Ebuzer,Tamer,Gökhan,Hakan,Nazif,Özlemler... Ve çocukluk hayalim tiyatro:Önce Konya Gençlik Tiyatrosu; sonra Yurtkur Tiyatrosu.Sahne hayalimin gerçek olmasını sağlayan sevgili Sezer (Sezgin) nasıl unutulur ki? Ya Mevlana! Her sıkıldığımda, darlandığımda eşiğine geldiğim Mevlana; Selimiye Camii, İnce Minare, Alaattin Tepesi, Meram saymakla biter mi ki ?
Okulun bitişi ve ilk tayin yerim:Trabzon/Tonya ve öğretmenlik maceramın başlayışı. Küçüklerim, canlarım...Karadeniz'in eşsiz doğası.Dostlarla yapılan uzun mahalle, köy gezileri. Oralarda gördüğümüz saygı. İlk öğretmenliğin doyumsuz tadı. Hepsi güzeldi.
Ve bozkırın çocuğu Yozgat/Çayıralan- Kayseri. 97/2002 arası Anadolu'nun ortasında geçti. Çayıralan Yozgat'a bağlıydı ;ama Kayseri'yle ilişkisi daha fazlaydı. Sivas Caddesi'nin dili olsa da anlatsa Nihat Hoca'mla dolaşmalarımızı.
Evlilik ve İzmir .Doğduğum yerlere döndüm. İzmir 'de dört yıl kaldım. Güzel günlerim de oldu; ama ben bir türlü tam ısınamadım. İzmir'in bana üç büyük katkısı oldu: Yaşar konserleri ,Ekrem Küççük dostum ve şiirlerim. Diyebilirim ki İzmir ,şiirlerimin başkenti oldu. En çok İzmir'de şiir yazdım. Evimde Körfez'e karşı, çay ve şarkılar eşliğinde ilham perisiyle çok baş başa kaldım.
Sonra memleket:Denizli. Denizli'de Sarayköy, Kale ve Tavas'ta çalıştım. Özellikle Zeybekler Anadolu Lisesi benim için çok özeldir. Çalışmaktan en keyif aldığım okul, canım Zeybekler.
Şimdi " eş durumundan" Manisa'dayım. Ve iki yıldır babayım.Canım kızım; sevgili eşim ve benim canımıza can kattı. Hayat macerası devam ediyor. "Görelim Mevla'm n'eyler/ N'eylerse güzel eyler."
Ağustos 2012
ESKİLERDEN- HAYATIN ŞİİRİNİ KAYBETMEK
Nicedir içimde bir söz gizli: "Hayatın şiirini kaybetmek ..." Bu söze sanırım Ali Çolak'ın bir yazısında rastlamıştım. Günümüz olaylarına, kargaşalarına, sığ, samimiyetsiz insan ilişkilerine baktıkça hep bu sözü tekrarlıyorum.
Hayatın şiirini kaybetmek...
"Hayatın şiirini mi kaybettik?" diyorum hep kendi kendime Daha doğrusu böyle hissediyorum.Özellikle 20.yy'ın ikinci yarısından itibaren bizlerin 'hayatın şiirini kaybettiğini' düşünüyorum.
Ülkemizde son yıllarda aydınların hep ısrarla dile getirdikleri bir gerçek var: Toplum olarak bazı önemli değerleri yitiriyoruz ve bu yitirdiklerimizin yerine maddiyatın getirdiği zevksizlikleri getiriyoruz. Örneğin para kazanma uğruna insanlarımızdaki değişimi görmeyen aydın var mı? Ya nezaketsizlik, şiddet! Neredeyse hayatın her alanına bir sertlik, dilim varmıyor ama bir şiddet girdi. Kabalık, bayağılık, hâlden anlamamak...İşte bunun için hayatın şiirini kaybettik diyorum.
Neydi hayatın şiiri? İnsan ilişkilerinde zarafet, doğruluk, dürüstlük, gerçek sanata verilen önem... Pek çok şey ekleyebiliriz bu listeye.
Tanzimat Dönemi romanlarını okuduğumda o eski muhabbetlere nasıl gıptayla bakıyorum. "Günaydın hanımefendiler; evladım validene, pederine hürmetlerimi, en kısa zamanda görüşmek istediğimi iletiverler; merhaba efendim, nasılsınız , sıhhat afiyet içindesinizdir inşallah, zevceniz hanımefendiye hürmetler, mahdumunuz, kerimeniz nasıllar..."
Her şeye rağmen hayatın şiirini kaybetmeyen insanların olduğuna da inanıyorum. Ve istersek yeniden güzel bir hayat inşa edebiliriz. Nasıl mı? Çocuk terbiyesinden başlayarak, televizyona sınır koyarak, sanata gereken değeri vererek, eğitim sistemimizi sadece başarı odaklı yapmayarak, iyi insan, nazik insan yetiştirmeye çalışarak bunu başarabiliriz.
Hayatın şiirine yeniden kavuşursak daha güzel bir ülkeye ulaşacağımıza inanıyorum. Hayatın şiirini yakalayanlara selam olsun!
Ağustos 1997/ Düzenleme 21 Şubat 2017
Nicedir içimde bir söz gizli: "Hayatın şiirini kaybetmek ..." Bu söze sanırım Ali Çolak'ın bir yazısında rastlamıştım. Günümüz olaylarına, kargaşalarına, sığ, samimiyetsiz insan ilişkilerine baktıkça hep bu sözü tekrarlıyorum.
Hayatın şiirini kaybetmek...
"Hayatın şiirini mi kaybettik?" diyorum hep kendi kendime Daha doğrusu böyle hissediyorum.Özellikle 20.yy'ın ikinci yarısından itibaren bizlerin 'hayatın şiirini kaybettiğini' düşünüyorum.
Ülkemizde son yıllarda aydınların hep ısrarla dile getirdikleri bir gerçek var: Toplum olarak bazı önemli değerleri yitiriyoruz ve bu yitirdiklerimizin yerine maddiyatın getirdiği zevksizlikleri getiriyoruz. Örneğin para kazanma uğruna insanlarımızdaki değişimi görmeyen aydın var mı? Ya nezaketsizlik, şiddet! Neredeyse hayatın her alanına bir sertlik, dilim varmıyor ama bir şiddet girdi. Kabalık, bayağılık, hâlden anlamamak...İşte bunun için hayatın şiirini kaybettik diyorum.
Neydi hayatın şiiri? İnsan ilişkilerinde zarafet, doğruluk, dürüstlük, gerçek sanata verilen önem... Pek çok şey ekleyebiliriz bu listeye.
Tanzimat Dönemi romanlarını okuduğumda o eski muhabbetlere nasıl gıptayla bakıyorum. "Günaydın hanımefendiler; evladım validene, pederine hürmetlerimi, en kısa zamanda görüşmek istediğimi iletiverler; merhaba efendim, nasılsınız , sıhhat afiyet içindesinizdir inşallah, zevceniz hanımefendiye hürmetler, mahdumunuz, kerimeniz nasıllar..."
Her şeye rağmen hayatın şiirini kaybetmeyen insanların olduğuna da inanıyorum. Ve istersek yeniden güzel bir hayat inşa edebiliriz. Nasıl mı? Çocuk terbiyesinden başlayarak, televizyona sınır koyarak, sanata gereken değeri vererek, eğitim sistemimizi sadece başarı odaklı yapmayarak, iyi insan, nazik insan yetiştirmeye çalışarak bunu başarabiliriz.
Hayatın şiirine yeniden kavuşursak daha güzel bir ülkeye ulaşacağımıza inanıyorum. Hayatın şiirini yakalayanlara selam olsun!
Ağustos 1997/ Düzenleme 21 Şubat 2017
11 Şubat 2017 Cumartesi
GECEYE DAİR
Gece, tutkunları için her daim yalnızlık, sessizlik ve farklılık demektir dostlar. Öyle çok fazla gece müdavimi olmadım ama ne zaman işim düşse gece, her zaman halden anlar bir dost edasıyla karşılamıştır beni.
Herkes uyuduğunda, tabiri caizse " el ayak çekildiğinde" , 'kendinle kaldığında' insan neler yapmaz ki! İlham perisiyle baş başa kaldım diyen yazar/şair/ müzisyenler mi dersin, kimseye dökemediği dertlerini geceye fısıldayanlar mı dersin, gündüzleri ders çalışamayıp gecenin koynunda uyuklayıncaya kadar ders çalışan öğrenciler mi dersin... Hepsi ama hepsi gecenin gücüne , büyüsüne inanmıştır.
Peki, gece bunları yaparken en çok neler yardımcımızdır? Radyo dediğinizi duyar gibiyim.Radyonun büyüsü gece ayrı bir güzeldir. Yumuşak bir ses, duygusal şarkılar alır götürür sizi. Çaysız da olmaz diyeceksiniz sanırım. Bir zamanlar bir şiirimde şöyle demiştim: " Gün geceye karıştığında / şarkım, şiirim ve çayımdır en iyi dostum. (...)" Gerçekten gece bir demlik çay, şiirle iyi gider!
Gece, insan kendini de dinler. Gün ışığında hayatın getirdiği koşturmacada insan kendini dinleyemiyor. Gece kendimizi dinleyip hayatımızı daha güzel hale getirecek kararlar da alabiliriz.
Velhasılı gece, tüm dinginliğiyle bizi çağırıyor.
2 Şubat 2017 Perşembe
"ÖĞRETMENİM LÜTFEN BU KİTABI OKUR MUSUN" KİTABI ÜZERİNE
*"Öğretmenim Lütfen Bu Kitabı Okur musun !.." Kitabıyla ilgili ilk izlenimlerim.
"Bir kitap okudum , hayatım değişti." derler ya; galiba ben de okuduğum son kitaptan böyle etkilendim.
Kitaptaki konuların bazılarını daha önce değişik yazarlardan farklı bakış açılarıyla okumuştum, bazı düşünceleri önceden biliyordum; ama Hasan Yılmaz'ın eseri yine de farklı, harikulâde...
Kitap, insana öğretmen olmanın hazzını yudum yudum hatırlatan, öğreten bir eser. Okuyunca öğretmen olduğum için bir kez daha gurur duydum.
Kitapta akıcı bir üslupla öğretmenliğin güzelliği, öğretmen yanlışlarının nelere mâl olduğu, iyi bir öğretmen olmanın gerekleri, her şeyden önce 'insan', 'insan öğretmen' olmanın gereği sevgi dolu bir dille anlatılmış. Yazar, zaman zaman tekrara düşse de (ki bunun sebebini açıklamış) eserden sıkılmak mümkün değil.
Okurken kâh öğrencilik yıllarıma gittim kâh ilk öğretmenlik günlerime, acemiliklerime gittim; kâh hüzünlendim kâh güldüm... Ama kesinlikle eğlendim.
Kıymetli Hasan Yılmaz Hoca'mızın kitabı tüm meslektaşlarımın elinin altında bulunacak bir kaynak niteliğinde. Kendisine bize bu güzel eseri kazandırdığı için binlerce teşekkür ederim...
4 Mart 2003 /İzmir
Not:Kitaptaki olumsuz şeylerin çoğunu yapmadığım, eğlenceli eğitimi uyguladığım için ayrıca sevindim.
31 Ocak 2017 Salı
TÜRKÇENİN SÜT DİŞLERİ
“Yunus ki süt dişleriyle Türkçenin /Ne güzel biçmişti gök
ekinlerini (…) “ diyor Cemal Süreya. Bir şairden başka bir şaire söylenebilecek
en güzel , en orijinal övgü mısralarından biri.
Cemal Süreya, bu iki mısrada Yunus’un Anadolu Türkçesindeki yerini ne
güzel özetlemiş. Yunus, yaşamının
üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ bir derviş edasıyla, çağlar ötesi
bilgeliğiyle bize seslenmeye devam ediyor. Yıllardır hemen her yaz Yunus’u
yeniden okuyup kendimce “Yunus ırmağında
yıkanırım.” Yunus okumak yaşadığımız çağın çok uzaklarında, bambaşka dünyaya
gitmek benim için.
Peki neden Yunus,
Türkçenin süt dişleridir? Sadece bir çığır açtığı için mi? Döneminin dil
özelliğini en güzel şekilde yansıttığı için mi? Bunlar var tabii ki ama Yunus’u
Yunus yapan şiirlerinde hep “bir çocuk saflığıyla” birliği, şartsız sevgiyi
,hoş görüyü, insan olmanın
erdemini, bir gönle girmenin yüceliğini anlatmasıdır.
Malumdur, çocuklar şartsız, hesapsız sever. Büyüdükçe öğrenir hayatı. Bence Yunus
hep çocuk kalabilmiş ; bunu şiirlerinde yansıtmıştır.Mustafa Tatçı’nın
deyişiyle “ Yunus’u okurken karşımıza ,
sade, masum ve ruhu şefkat dolu bir dervişin İlahi bir lisanla konuştuğunu
hissederiz; zaten bu sebebledir ki, Yunus daha yaşadığı çağda yayılmış, haklı
bir şöhrete kavuşmuştur."
“İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül meseli taşa benzer."
Aşk’ı bu derece güzelleştirmek ancak Yunusça bir
söyleyiştir herhalde. Aşk güneştir; çünkü güneş durmaksızın sıcaklığıyla
bizleri aydınlatır. Tasavvufa göre hakiki âşıklarda Allah aşkıyla etraflarını
aydınlatır. İçinde sevgiyi, aşkı taşımayan kişi de taş misali, cansız ve
soğuktur. Yunus şiirlerinde hep bu mısrada olduğu gibi aşksız hiçbir şeye
ulaşılamayacağını anlatmıştır.
“Ey dost seni severim can içre yerin vardır
Dün-gün uyumaz oldum acayip halim vardır.”
Bu mısralarda Anadolu’da yaşayan herhangi bir kişinin saf,
temiz Türkçesi yok mudur? Yunus , en saf haliyle halktır. Yunus, Türk halkının Allah sevgisini, engin hoş görüsünü, hayata bakışını anlattığı için “süt dişidir
Türkçe’nin.” Nihat Sami Banarlı
üstadımız “ Yunus, insan olan herkese
karşı; fakir , zengin, Hristiyan ve Müslüman ayırımı yapmayan engin sevgiyle
bağlıdır.” diyor ve bu sevginin insanın Allah’tan bir
parça olmasından geldiğini ve ondaki aşkın, heyecanın Musa peygamberin konuştuğu
çobanın gönlüyle aynı saflıkta olduğunu belirtiyor.
“Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar
mısın
Aktın yine kanlı yaşım
Yollarımı bağlar mısın
Nidem elim ermez yare
Bulunmaz derdime çare
Oldum ilimden avare
Beni bunda eğler misin”
Yunus’un gönlünü taşıran sevgi, mısra mısra Türkçenin süt
dişleri olmuştur. Bu şiirler herkesin Türkçe şiir, güzel olmaz dediği bir
dönemde çağları aşan bir sesle pekala Türkçe şiir de yazılabileceğini
göstermiştir.Yunus Emre, Anadolu’da Ahmet Yesevi geleneğini yerleştiren kişi olmuştur. Yesevi
de tıpkı Yunus gibi Hakk aşkıyla, gönlünden çıkanları hikmetlere dökmüştü.
“Ne hoş tatlı Hu adı
Seher vakti olunca
Baldan tatlı Hu adı
Seher vakti olunca”
Yunus da “canlar canını” bularak hocasının yolundan
gitmiştir.(“ Canlar canını buldum/Bu canım yağma olsun. …”)
Yunus Emre, yaktığı
ışıkla bugünü de aydınlatmaya devam ediyor ve her daim canlı diliyle yeni
okurlarını bekliyor.
TÜRK ŞİİRİNİN ÖZGÜN SESİ ATTİLA İLHAN ve MEMLEKETİMİN BEREKETLİ KADINLARI İNCELEMESİ *
Attila İlhan, Türk şiirinin en özgün ve en
çarpıcı seslerinden biridir. Onun şiirinde Türk şiirinin bütün birikiminin yanı
sıra Batı şiirinden de izler vardır. Bu yönüyle Attila İlhan şiiri, bütün bunları içeren bir “birleşimdir.”
Özellikle Türk şiir birikiminden ustaca
yararlanmıştır. Örneğin, “müjgan’a aşk şarkılarında “(1) Divan şiirinin
şarkı türünden yararlanan şair; “zehra kardelin” (2) şiirinde masal tekniğinden
yararlanır. Çokça öne çıkmayan bu şiirde çağdaş bir masal formunda sevgisini
anlatır: “akşam oldu yine bastı karalar/varıp yıldızların kapısını çaldım
açtılar/yıldızlar uyanıp gözlerimden geçtiler (….) dağ dağa kavuştu/ben sana
kavuştum zehra kardelin (….) açıl susam dedin açıldı kalbimin kapıları/kırk
haramiler yol verdi sana (…) nur yüzüne yüzün aydınlığa dönsün /kalbim bir yol
sana gitmiş zehra kardelin “ .Bu şiiri
okurken adeta çocukluğumuzun masal dünyasına
gideriz. Attila İlhan bunu şiir
dilinden ödün vermeden ustaca sağlamıştır. Ayrıca destansı söyleyişler içeren
“ç koçaklaması, cebbar oğlu mehemme, mehmed sıradağları” gibi şiirlerde halk
şiirinin koçaklama geleneğinden yararlanmıştır. Bunu “ yasak sevişmek” (3) teki“ç koçaklaması”
için meraklısı için notlar (s.126-127) kısmında kendisi de “türk göçünün heybet
ve dehşetini fark etmeyeyim mi?(..) yazılsa yazılsa her şeyiyle türk olan bir destanla yazılır” diyerek
belirtiyor. Ahmet Kabaklı da bu şiirlerde
Dadaloğlu, Köroğlu, Kul Mustafa gibi halk şairlerinin yiğitçe söyleyişlerine
yaklaştığını yaslandığını belirtiyor.(4)
Şiirde söyleyişe verdiği önemle diğer
toplumcu şairlerden ayrılan şairin en önemli özelliklerinden biri geniş,
orijinal bir imge dünyasına sahip olmasıdır. “sarışın türkçe” “tutsak ustura
ağzında yaşamak”, “akşamların bir roman gibi bitmesi” gibi söyleyişler onun
şiirinde uçuşan imgelerden bazılarıdır. Bu bakımdan saf şiir anlayışına yaklaşan Attila İlhan
şiiri estetik formu her zaman gözeten bir tarzdadır.Şükran Kurdakul, şairin
şiirinde yaratmak istediği coşku
fırtınasını sürekli kılmak için “lacivert kanatlar”, “şimşeklerin kılıncı”,
“şarap rengi şafak” gibi tamlamalardan yararlandığını belirtiyor. (5) Bu durum öncülüğünü onun yaptığı Mavi dergisi
etrafında toplanan şairlerin bir özelliğidir.Onlar, “şiirin bütünüyle açık olamayacağını, anlam
kapalılığını şiiri düz yazıdan ayıran en önemli özellik olduğu görüşündedirler.”
(6) Attila İlhan ve arkadaşları Garip şiirine karşı çıkışlarıyla edebiyat dünyasında
ses getirmişlerdir. Kendisi “sisler bulvarı”nda şöyle diyor:“üzerinden yirmi
yıldan fazla bir zaman geçtiği için, rahatlıkla söyleyebilirim.bu
şiirler,inanılmaz derecede etkili olmuşlardır.garip şiiri’nin ülkemizdeki
saltanatını sarsan bunlardır.ozanların üzerinde de epeyce etkileri oldu sanırım.bunu
asım bezirci’nin kaleminden okumanız daha doğru olmayacak mı?bakın ne demiş:
“…attilâ ilhan, sisler bulvarı’ndaki şiirlerle türk şiir tarihinde ‘kendine
özgü’ bir çizgi çeker.bu çizgi öylesine yeni ve güçlüdür ki birçok şairi peşinden sürükler.” (7) Bu özgün
şiir anlayışıyla kimileri hep eleştirse de “romantizmden ödün vermeyen bir
toplumsal gerçekçiliğin” öncülerindir.
Attila
İlhan’ın şiirlerini tematik olarak incelersek bireysel ve toplumsal temaların hep iç içe
gittiğini görürüz ama nedendir halk
arasında bireysel şiirleri daha çok bilinmiştir. Edebiyatla biraz ilgisi
olanlar “ben sana mecburum” şiirinden bir bölümü hemen mırıldanırlar. Elbette
bireysel duyarlık içeren “ yağmur kaçağı, pia, üçüncü şahsın şiiri…” gibi
şiirleri önemlidir. Ancak o aynı zamanda, “yorgunlar sendikası, ç koçaklaması,
cebbar oğlu meheme, mustafa kemal, kadınlar havası” gibi şiirleriyle de
toplumsal duyarlılıktan uzak kalmamıştır. Sanırım bu, biraz da “popüler olana ilgiden”
kaynaklanıyor. . Aslında başından sonuna dünya görüşüne bağlı kalan, onu kuru
sözlerle değil kimi zaman en bireysel şiirlerinde de kullanan bir şairdir. “suna
su için koşma” için ‘meraklısına notlar’da şöyle diyor: “özlem şiiri mi? Belki. Yalnız ucundan
kıyısından, ‘aydınlığı sevdiğimi’ söylememe ne demeli? O yıllarda aydınlık da,
güneş gibi, gelecek iyi günlerin, dolaylı olarak ‘sosyalizm’in simgesiydi.” (8)
Attilâ İlhan’ın şiir ve sanat
anlayışını “Hangi Edebiyat” ve şiir
kitaplarının sonundaki “meraklısı için notlar” kısımlarından kendi
ağzından takip edebiliriz. Özellikle “meraklısı için
notlar” önce şiirlerin yazıldığı dönemle ilişkisi, sonra bölüm bölüm şiirlerin
hangi ortamda, nerede, niçin yazıldığı şairin poetikası vb. bakımlardan
edebiyat araştırmacıları için önemli değerlendirmeler, “otokritikler” içerir.
Şair,inceleyeceğimiz “ kadınlar havası”(9)
şiirinde Türk kadının durumunu çarpıcı bir biçimde dile getirmektedir. “yağmur
kaçağı”nın ‘meraklısı için notlar’ında bu şiir için şöyle der:” hannelise,
maria, zehra, suna,vs…bunlar şehirli, hatta yabancı kızlar öyle mi?aynı
günlerde, “kadınlar havası”nı yazıyorum, alın size memleketimin kadınları,
içinde yaşadıkları ağır koşullar, mutsuzlukları,sömürülüşleri vs.” (10)
Şiir, bir kadına (sevgiliye? ) seslenişle
başlar: “bir sen değilsin ki zeliha’da var”. Bu sesleniş , Faruk Nafiz’in
“Sanat” şiirini hatırlatır. “Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek.” Faruk
Nafiz , “Sanat”ta sadece İstanbul ve Batı’nın güzelliklerini işleyen
sanatçıları eleştirirken Attila İlhan da seslendiği kişiye Anadolu kadınlarını
hatırlatır. “bir sen değilsin ki zeliha da var/ zeliha’nın çığlık çığlığa
doğurmuşluğu /bir baş soğan gibi kırılmışlığı/ümmühan da var bir sen değilsin
ki .Şair Anadolu kadının ezilmişliğini Zeliha’nın çığlık çığlığa doğurmasıyla
simgeleyerek başlamıştır şiire. “bir baş
soğan gibi kırılmışlığı “dizelerini okuyunca bugün de kadının konumunun pek çok
yerde değişmediğini üzülerek fark
ediyoruz.
Bu
hatırlatış sadece bugün değil , geçmişi de kapsar. “ardemis’in kan kırmızı
sarhoşluğu” dizesiyle Artemis efsanesine gönderme yapar. Bu kadınlar, şairin
başını döndüren sevgi, saygı uyandıran analarımız, kız kardeşlerimizdir. Şiirin
devamında şair, sıkça kullandığı öyküleme tekniğiyle memleketimin bereketli
kadınları diyerek onları anlatmaya devam eder. Onlar dağda, bayırda, tarlada,
evinde durmaksızın çalışan ama ezilen emekçi kadınlarımızdır.
Kadınlarımızın
ezilmişliğini “göz yaşına ekmek bastığınız cevriye’dir/ beyaz beyaz ağlaması
bilmem niyedir” (…) “hatice nasipsiz keçisini sağıyor/huysuz ağa hatice’yi
sağıyor/zühre hatice’den sıtmalı doğuyor/bunda bir iş var soramıyorum”
dizeleriyle aktarır.
Şiirde
erkek egemen topluma bir isyan, bu duruma tepki, duygusal bir biçimde verilmiştir.
Huysuz ağanın Hatice’yi sağması, kadının bir eş olarak görülmeyip sadece cinsel
bir meta olarak görülmesini eleştirir.
Âttila İlhan şiiri yazdıklarıyla,
notlarıyla bizleri çağırmaya devam ediyor. Gönül ister ki, gerçek
edebiyatseverler onu sadece birkaç şiiriyle değil her yönüyle okusun,
yorumlasın…
Serkan
ELDEMİR
*Bu yazı Mavi Yeşil dergisi 96.sayısında (Kasım-Aralık 2015) yayımlanmıştır.
Not:Yazıda
, alıntılarda Âttila İlhan’ın orijinal yazım noktalama anlayışına bağlı
kalınmıştır.
KAYNAKÇA:
1.Yasak
Sevişmek,Attilâ İlhan, Ankara:Bilgi Yayınevi,2001,sf.86-89
2.Yağmur
Kaçağı,Attilâ İlhan,İstanbul:Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,2014,sf.24,25
3.
Yasak Sevişmek,sf:126,127
4.Türk
Edebiyatı Tarihi, Ahmet Kabaklı,İstanbul:Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,4.cilt
sf.182
5.Çağdaş
Türk Edebiyatı,Şükran Kurdakul,Ankara:Bilgi Yayınevi,3.cilt,sf:291
6.www.edebiyatogretmeni.org/maviciler
7.
Sisler Bulvarı, Attilâ İlhan,İstanbul:Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları,2015,sf.147
8.Yağmur
Kaçağı,Âttilâ İlhan,İstanbul:Türkiye İş Bankası Yayınları,2014,sf:77
9.age.,sf:51,52
10.age.,sf:86
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)